
HASBİHAL
Ord. Prof. Dr. Akildane Herzekar
EYLÜLCÜ
Bu 11, 12 sayıları bana bir heyecan veriyor nedense... Takvimler 11, 12 sayılarını gösterince
birden adrenalinim tavana vurur, beni tutamazsınız... Mesela 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’daydım,
Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinde bir randevum vardı. Bir önceki gün de bizim Corç’u beyaz renkli
sarayında ziyaret etmiştim. Aslında bu çocuğun babası benim yakın dostumdur, şimdi babasının
işini devraldı o devam ettiriyor... Tesadüf babasının adı da Corç’du... Bu küçük Corç
elime doğdu sayılır; biraz haşarıydı o zaman, biraz da üzerinize afiyet gerzek. Tabii bazı
huylar pek değişmez... Mesela hatırlıyorum kerrat cetvelini bir türlü belletememiştim buna. Ama inatçının
tekiydi, bir şeyi tutturdu mu almadan duramazdı. Hergelenin her haltı vardı ama o gene tutturdu. Mesela
sarayın müştemilatında Afgan bir aile kalıyordu, bunların çocuğu kendine tahtadan bir at yapmıştı
onunla oynuyordu. Bizimki de kafasını ona takmış, ille de istiyorum, diyordu. Babası, “yahu
al sana bir sürü hakiki at, sahnesini ne yapacaksın?” dediyse de dinletemiyordu. Bir gün bizimki oyuncak uçağını
babasının çalışma odasına doğru fırlattı, cam şangur şungur indi aşağıya.
Baba Corç’un yüreği ağzına geldi, “kim yaptı bu haltı?” diye bağırdı.
Kabak Afgan ailenin başına patladı , zavallılar İngilizce bilmediklerinden dertlerini anlatamadılar.
Hemen güvenlik tarafından kapı dışarı edildiler, bu karambol sırasında da Küçük Corç tahta
atı götürdü. Neyse efendim lafı uzatmayayım, Corcu ziyaretimde onu biraz üzgün gördüm, “Hayrola”
dedim... “Sorma Eykıldene Unkıl, derdim büyük” , diye ağladı. Efendim bu zavallıyı
kimsenin iplediği falan yokmuş, herkes posta koyuyormuş; başkan olmuş ama bunun tadını
çıkartamıyormuş... Onu teselli ettim, “Bak evlat eski günleri düşün, geçmişi düşün, onlardan
ibret al”, dedim... Bunu derken kendinden önceki başkanları Linkoln’ü, Kenedi’yi falan kast ettim
tabii ki.... Birden boynuma sarılıp yanaklarımdan öptü, verdiğim fikir hoşuna gitmişti. Sonra
izin alıp ikiz kulelere doğru yol aldım. Aman o ne... Malumunuz, iki dev uçak, bir o kuleye bir bu kuleye çarpıp
yerle yeksan etti... Korktum hemen ondan sıvıştım... Ama bu olaydan sonra Corç gündeme geldi, artık
herkes onu konuşuyordu. Tesadüf işte, keşke Allah’tan başka bir şey dileseymiş... Efendim
gene bir 11 Eylül günü Amerika’dayım... Yakın dostum Kisincır’la kahvaltıdayım, bir ara
Başkan Nikson da geldi katıldı, hoş beşe başladık... Nikson, Güneylerindeki Şili adlı
bir ülkeden muzdarip, başına Allende diye bir bela gelmiş. Burada çok zengin bakır madeni yatakları
varmış, şimdiye kadar bizimkiler işletiyormuş. Ama bu bozguncu herif, “Bunları millileştireceğim”
diye tutturup, tekerlerine çomak sokmuş. Ne yapacağız diye dert yanıyorlar... “Devirin gitsin, yok
mu askerden bir tanıdığınız falan” dedim... Varmış, Pinoşe adında general
bunlara sıkı sıkıya bağlıymış; devireceklermiş ama nasıl devireceklerini
bilmiyorlarmış... Tabii hemen imdada yetiştim, tecrübe konuşuyordu burada. Ben 12 Mart’ı yaşamış
biri olarak hemen akıl verdim... Hiç fazla uğraşmaya gerek yok, ordu hemen bir muhtıra versin, o Allende
denen adam şapkasını alıp kaçacaktır merak etmeyin... Sonra bir ara rejim hükümeti kurarsınız,
bütün muhalifleri alırsınız içeri, sesleri çıkmaz. İşkence yöntemleri korusunda isterseniz bizim
İşkenceci Faik’den ders alabilirsiniz, ben ayarlarım, kendi kankam olur... Önce akıllarına
yatmadı, “Muhtırayla çekileceğine emin misin?” dediler... “Tabii yahuu denemeyle sabit, şapkasını
alıp gitmezse oturup şapkamı yerim”, dedim... Dediğimi yaptılar, Pinoşe muhtırasını
verdi... Ama ben ne bileyim Allende’nin sağlam husyeli çıkıp da direneceğini ? Bizimkiler ne güzel
“ Binaenaleyh bana müsaade” diye gitmişti... Neticede biraz kanlı da olsa devrilmişti. Ama ben
o gün şapkamı yerken epey zorlandım, hâlâ da hazmetmiş değilim. Bir şey değil şapka
Versace markaydı, yazık oldu... Eee bu Eylül anıları hiç bitmez, bir de 12 Eylül ama benim yerim bitti,
onu da bir dahaki yazımda anlatırım artık...
12 EYLÜL GERÇEĞİ
11 Eylül sabahı erkenden kalkmış; 11 Eylül 1973 yılında Şili’de Allende’ye
yapılan darbenin yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyordum. Sabah ilk işim biraderim Pinoşe’ye
telefon açıp tebrik etmek oldu. Uykulu bir ses açtı telefonu “Nooooluyor kimsiiiiin...” diye böğürdü.
Tabii ben saat farkını unutmuştum orada daha geçeydi ve Pinoşe’nin mabadında pireler uçuyordu.
Darbenin kutluyorum falan, dedim ama hıyarın afyonu daha patlamadığından beni bir güzel kalayladı.
Ben de kalır mıyım altında, “Aynen iade ediyorum” diyip kapattım... Oysa Şili’deki
darbe fikrini Nikson’la Kisincır’a ben vermiştim, onlar da Pinoşe’yi memur etmişlerdi
bu işe... Neyse bir memurun sözüne takacak biri değildim... Bu arada telefon çaldı, arayan Netekim Paşa...
“Ya Herzekar, az biraz gelsene bi şii danışacağım...”, yahu başı sıkışan
ne diye beni arar anlamam. Kalkıp gittim; dört arkadaşıyla birlikte masaya beşlik simit gibi kurulmuş
oturuyorlar... “Ne o Karadeniz’de gemileriniz mi battı ?” , diye takıldım. Netekim bana
yalvarır bir edayla “Ya ocağına düştük Herzekar biraderim, biz darbe yapmaya bugün darbe karar verdik,
ama nerden başlayacağımızı bilemedik” dedi. “E beni çağırdığınıza
göre demek ki başlanacak yeri biliyorsunuz... Aferin bana sormadan yapmaya kalksaydınız okurdum canınıza...
Eee ne zaman yapmayı planlıyorsunuz?” “Bugün” “Yahu dalga mı geçiyorsunuz...
Bu şimdi mi söylenir... Sünnet mi bu, sabah sünnet, akşam deniz” der gibi... “Yaaa birden aklımıza
geldi bugün 11 Eylül, bugün Şili darbesinin yıldönümüymüş; eğer biz de darbeyi bugüne denk getirirsek
senei devriyelerimizi kadim dostum Pinoşe’yle birlikte kutlayabiliriz, diye düşündüm...” Böyle düşünmüştü
ama geç kalmıştı tabii, bunu dün düşünseydi darbeyi bugüne yetiştirebilirdik. Ama şimdi çok
zordu; düşünün bir kere önce TRT’yi ele geçirmek lazım ki darbe haberi duyurulabilsin (Neyse ki o zaman özel
kanallar yoktu... Yoksa halimizi haraptı, düşünsenize her kanala bir görevli yollamaya kalksak, darbeyi yapacak
adam kalmayacaktı; sonra araya giren reklamlardan fırsat bulup da darbe bildirisini nasıl okuyacaktık...),
TRT’ye gittik diyelim, orası bir devlet kurumu, yetkiliyi arayacaksın, bilmem nereye gitti diyecekler,
bilmem nereye gidip bulacaksınız, bu defa kameraları çalıştıracak teknik adamları bulamayacaksınız.
Birisi maç çekmeye, öteki habere gitti, birinin de oğlunun sünneti vardı izin aldı diyecekler... Onları
bulacaksınız bu defa cihazlar arızalanacak gene yayın yapamayacaksınız. Bu saydıklarım
sadece TRT de olabilecek aksilikler, düşünün bir darbe yapılırken daha kaç yere gitmek gerek, hepsinde de buna
benzer şeyler olacağından bu darbe bugüne yetişmez, dedim... Yok ille de bugün olacak, Pinoşe’yle
darbedaş olmak istiyoruz, dediler... “İyi ne haliniz varsa görün” dedim... Bunlar darbeye başlarılar,
dediklerim bir bir çıkmaya başladı, hem de fazlasıyla... Bizim Netekim gitmiş TRT’ye konuşma
yapacak, ama içeride kimse yok, koridorlar bomboş, odalar bomboş, fır dönmeye başlamış koca
binada; sonunda bir odacı bulmuş sormuş nerede olduklarını... “Radyocularla televizyoncular,
bi tepsi baklavasına iddiaya girdiler bahçede maç yapıyorlar”.... “Ulan hepsi mi maç yapıyor,
iki takım 11 kişiden 22 kişi eder...” “Ötekiler de takımlarına tezahürat yapıyor
beyim...” Bizimki maçın bitmesini beklemiş mecburen, takımlar dönmüş; baklavalar gelmiş;
bizimki baklavaya yumulunca darbeyi unutmuş bir an. Sonra oraya neden geldiğini hatırlamış... Hemen
stüdyoyu hazırlayın darbe bildirisini okuyacağım, demiş... “Hemen olmaz, şimdi Dallas
var, eğer Ceyar yerine sizi çıkartırsak millet isyan eder...” Bizimki halkı karşısına
almak istemediğinden beklemiş çaresiz... Sonra tam konuşacak, aynen dediğim gibi arızaya geçmiş;
uzun süre ekranda yüzen balıklar görülmüş... Derken arıza giderilmiş bu defa da mesai bittiğinden
herkes evine gitmiş, bizim ki de iyot gibi kalmış ortada... Sonra bir görevliye yalvar yakar olmuş, cebine
üç kuruş sıkıştırmış, Hasan Mutlucan’ı da yatağından kaldırıp
getirebilmişler de neden sonra 12 Eylül sabaha karşı darbe bildirisini okuyabilmiş... İşte
kimsenin bilmediği 12 Eylül gerçeği budur... Görüyorsunuz değil mi ne zorluklara katlanmışlar, halbuki
bana zamanında gelselerdi, şıp diye hallederdim tabii ki...
|